Tekrar merhaba, Karo’daki ikinci yazım ve yine en sevdiğim ve bence hepinizin izlemese bile duyduğu bir yapımdan bahsedeceğim. Diziyi yarıladığımda dönem işi olduğunu ve devamının gelmeyeceğini yeni öğrenmiştim. Bu durum beni baya üzdü ama bitirince geriye hiçbir şey kalmadı çünkü dizi bana beklediğim her şeyi vermişti. Daha detaylara girmeden önce diziyi size tanıtmak istiyorum.
The Queen’s Gambit, 1983 yılında yazılan Walter Lewis’in aynı isimli romanından uyarlanmıştır. Scoot Frank ve Alan scoot tarafından oluşturulmuştur ve 7 bölümlük mini dizidir. Aslında romanı uyarlamak isteyen ilk kişi Scoot Frank değildi. 30 sene önce Alan Scoot romanın bütün haklarını alarak başka yönetmenlerle çalışmalara başlamıştı. Yönetmenlerden biri ise hepimizin bildiği ve oyunculuğuna hayran olduğu rahmetli Heath Ledger’dı. Ama proje Scoot Frank’a ve günümüze kaldı. Başrolde Split, Emma, Peaky Blinders yapımlarından tanıdığımız Anya Taylor-Joy, Elizabeth Harmon adlı karakteri canlandırıyor. Tabi ki diğer oyunculara da değineceğim fakat biraz dizinin Beth Harmon’u ve hayatını nasıl ele aldığından bahsetmek istiyorum.
Dizinin Beth’in küçüklük travmalarından başlayıp hayatının nasıl beklenmedik bir şekilde süregeldiğini, iniş ve çıkış noktalarını anlattığını biliyoruz. Fakat benim en çok dikkatimi çeken karakterin kurgulanmasında filmlerdeki bildiğimiz klasik kadın figürünün olmadığını fark ettim. Aslında yanlış anlaşılmayacaksa karakter bir erkek gibi yazılmış da denebilir. Dizinin bazı bölümlerinde cinsiyet ayrımcılığıyla ilgili göndermeler ve replikler bulunuyor. Karakterin hayatının asla ilişki ve başka insanlar üzerine kurulu olmaması, sadece kendisi için ve hedefleri doğrultusunda hareket etmesi, erkeğin etkisinde kalan klasik kadın karakterlerden epey farklı. Dizinin sonunda herkesin beklediği aşk ve bir adamın bulunduğu klasik bir son değil, başarının ve aslında özgürlüğün getirdiği mutlu bir son var.
Dizi karakterin geçmişinden başlayıp bizi flashbacklerle yaşantısının derinliklerine götürüyor. Hepimizin neler olduğunu anlamadığımız ilk sahnelerde 60’lı yılların Paris’inde bir otel odasına götürüyor bizi The Queen’s Gambit. Acele ve akşamdan kalma bir biçimde koşar adımlarla geç kaldığı maçına kalabalıkların arasından sıyrılarak ulaşmaya çalışıyor. Gerginliğinin ve yorgunluğun gözlerine yansımasıyla rakibine bir bakış atıyor. Biz ve bu bakış ile birlikte onunla zamanda geriye gidiyoruz. Çocukluğunda yaşadığı travmatik olaydan sonra annesini kaybederek bir yetimhaneye götürülüyor, babasından ise bir haber yok. Filmlerden bildiğimiz gibi yetimhane ortamında farklı, düzen bozan tabi ki göze batıyor, Jolene (Moses Ingram) ile yakın arkadaş olan Beth de belki alışılmışın dışı, herkesden başka biri olabileceğini gösteriyor denebilir.
Yetimhanede günlük verilen haplardan biri olan sakinleştirici yani ‘’yeşil’’ hap, (kızların mizacını düzeltmek için verildiği söyleniyor) düşündürüyor çünkü bu yaşta çocuklara verilmesine göz yumulması, biraz şüpheli. Jolene in önerisine uyan Beth yeşil hapları almayıp biriktiriyor, bu arada da 9 yaşındayken ilk kez santrançla tanışıyor. Yetimhanelerinde hizmetçi olarak çalışan Mr. Shaibel (Bill Camp)bodrumda satranç oynarken (sert mizaçlı ve korkutucu bir görüntüyle) Beth ile tanışıyor ve herkesin aksine satranç tahtası dikkatini çekiyor, satranca olan tutkusu burada başlıyor. Mr. Shaibel’in hikayede büyük bir kısmı olmasa da Beth için çok önemli, annesinden sonra aile olarak gördüğü ilk kişi oluyor. Yeşil haplara gelince de, yan etkileri Beth’in kendini geliştirmesinde büyük rol oynuyor.
15 yaşına geldiğinde yakın arkadaşı Jolene’in aksine evlat ediniyor ve yeni ailesiyle Kentucky’ye taşınıyor. Satranca olan tutkusunu bir çok kez dile getirse de annesi Alma pek de önemsemiyor, o da kendi iç karartıcı hayatıyla meşgul. Beth hem satranç oynamanın hem de para kazanmanın bir yolunu bulunca hemen katılıyor ve tabi ki kazanıyor. Alma ile ilişkisi aslında bu noktadan itibaren güçlenmeye başlıyor. Alma da Beth’e yol göstermek, anne olamaya karar veriyor. Aslında izlerken biraz beni rahatsız eden bir durum burası. İkisinin arasında daha çok çıkar ilişkisi var gibi. Alma Beth’ parası için, Beth de Alma’yı seyahat ve yarışmalara katılmada kolaylık için kullanıyor. Fakat bu iki kadının hayatlarının o döneminde birbirlerine sandıklarından daha çok ihtiyacı olduğu için bu ilişkileri sevgiye ve güçlü bir bağa dönüşüyor. Ayrıca Beth bence Alma’nın aslında neyin peşinde olduğunun farkında, ama onun umrunda olan para değil daha fazla kazanmak. Bu yüzden Alma’nın komisyonunu pek kafaya takmıyor. Satranç onun için para değil tutku , belkide tutkudan daha fazlası…
Dizinin beni beklediğimden daha çok etkilemesinin sebebi aslında içinde bulunduğu dönem olabilir. Çünkü 60’lardaki iç mekan tasarımı ve tabi ki kıyafetler çok güzel seçilmiş. Turnuvaların yapıldığı otellerin tasarımı, Beth’in evlat edildikten sonra yaşadığı ev, gün geçtikçe oluşan tarzı ve giydiği şeyler çok güzel seçilmişti. Güzel seçilen şeylerden bahsetmişken dizi müziklerinden de bahsetmemek olmaz, dizide kullanılan ensturmantel müziklerin bestecisi Carlos Rafael Rivera’nın albümünü Spotify’da bulabilirsiniz. O dönemden seçilen şarkılar ise kullanıldığı kareye ve döneme en yakışan müziklerdi. Diziyi bitirdikten sonra hepsine bağımlı oldum diyebilirim.
Diziyi izleyenlerin çoğunun aklından geçen sorulardan biri ise oynanan maçların nasıl kurgulandığı, ya da gerçek oyunlar olup olmadığı… Satrançtan fazla anlamayan (çoğumuz yalnızca taşların nasıl hareket ettiğini biliyoruz) bizler izlerken sadece piyonlara ve maçtaki estetiğe, oyuncuların mimiklerine odaklanabiliyoruz. Fakat Frank merak edilen sorulara cevap olarak ‘’ Hiç şüpheniz olmasın, kuzum’’ diyerek, maçların yetkili danışmanlarla tasarlandığını belirtti. Bu detaylara satrançseverlerin diziyi terk etmemesi için fazlasıyla dikkat edildiğini, hatta final maçının Garry Kasparov’a ait olduğunu söyledi. Başrol Anya Taylor-Joy maçlarla ilgili : ‘’ Bu bir zihin oyunu olsa da tüm satranç sekanslarını farklı bir anlayışla kareografladık. Bunlardan bazıları biraz daha seksi, bazıları da karakter derinden üzüldüğünde daha yoğun ve ayrıca Beth madde bağımlılığından müzdarip olduğu içinbu da bütün sekanslara farklı bir element daha ekliyor. Bunlar sanki birer aksiyon sahnesiymiş gibi planlandı. Bu aslında dizinin en sevdiğim yanı.’’
Dizinin ana damarının bir aşk hikayesi olmadığını biliyoruz fakat karşımıza belirli zamanlarda Beth’in adını tam koyamasak da bir şeyler yaşadığı karakterler çıktı. İlk turnuvasında tanıştığı Townes (Jacob Fortune-Lloyd) ile karşılaştığı ilk andan dizinin sonuna kadar aralarında bir bağ olduğu kesin. Hatta ikili aynı karede olduğunda ekran başından hissedebileceğiniz bir elektrikti bu. Belki de en gerçek duyguları onunla yaşadı Beth, ama beklenenin aksine ikili platonik bir ilişki içerisinde kaldı. Yine ilk turnuvasında tanıştığı bir isim olan Harry Beltik (Harry Melling) ile Beth final maçı oynamıştı. Ama ilerleyen bir zamanda Harry’nin Elizabeth’e olan ilgisinden doğan (Beth’in yalnız olduğu bir zamanda) ama yalnızca cinsellikten ve arkadaşlıktan oluşan kısa süreli bir ilişki yaşandı. Fakat Beth’in istediği bu değildi ve bunu yansıttığı için, bu durum sona erdi. Fakat Harry’nin ilgisinin sona erdiğini sanmıyorum. Son olarak Benny Watts (Thomas Brodie-Sangster)… Beth’in dergi kapaklarından tanıdığı Birleşik devletler şampiyonuyla tanıştıktan sonra arkadaş olmalarıyla başlayan, daha sonra daha da karmaşıklaşan ve Beth’in sartrança ve Townes’a olan (aslında sadece satrança) tutkusundan son bulan bir ilişki-arkadaşlıktır. Ama bütün ilişkileri gibi bunda da arkasında güvenebileceği ve ona güvenen birini bırakmıştır.
Dizinin dışarıdan görüntüsünü, karakterleri ve birazcık da konusunu paylaştım sizlerle ama bilin ki dizi bundan daha fazlası ve söylemediğim çünkü sadece sizin hissedebileceğiniz şeyler barındırıyor. Dizi sırf satranç satışlarını acayip arttırdı diye overrated diyen bir kesim var fakat onlara aldırmayın. Tabi ki herkesin kendi fikri fakat ben beğeneceğinize eminim, izlemek için ayrıdığınız 7 saatin daha fazlasını size verecektir.