Nedir Bu Sendikalar?

Siz bu yazıyı okuduğunuzda şanlı ve kanlı 1 Mayıslardan birini daha arkamızda bırakmış olacağız. Bu sene tam kapanmadan dolayı 1 Mayıs kutlanamadı, birkaç gün önce yapılan kutlama denemeleri ise polis müdahalesi ile karşı karşıya kaldı.

Kendim görmesem de bir zaman 1 Mayıs denilince akla sendikalar gelirmiş. 1 Mayıs organizasyonlarını da sendikalar düzenlermiş. Bir zamanlar sendikalar neredeyse herkesin üye olduğu kuruluşlarmış ve emek sisteminin temel yapıtaşlarından birilermiş. Bütün bunlar şu soruyu getiriyor: Ülkemizde ilk olarak 1948’de tanınan, 1960 darbesinden sonra ise greve gitme hakkıyla işleve kavuşan sendikalar nedir ve ne işe yararlar? Bir de şu an neredeler?

Fakat öncesinde birileriyle tanışmamız gerekiyor!

Ali ile tanışın. Merhaba Ali. Ali 23 yaşında bir yazılım mühendisi. Üniversiteden yeni mezun olmuş ve iş arayışında. Normal bir durumda şirketler Ali’ye teklif yaparlar ve Ali çalışmaya başlar. Maalesef diğer birçok ülkede de böyle olmadığı gibi bizim ülkemizde de durum böyle değil. Ali 6 aydır işsiz. 6 ay sonunda Ali’ye bir şirketten iş teklifi geldi: “Başlangıç” olarak 2000 TL maaş teklif ediliyor. Sizce Ali bu teklifi kabul etmeli mi?

Ali’nin önce giderlerini hesaplaması lazım. İstanbul’da üniversiteden arkadaşı ile birlikte 1+1 bir evde oturuyor ve yaklaşık 2500 TL kira ücreti var. 1000 TL de temel yaşam masrafları var diyelim. Yaklaşık 200 TL de ulaşım + kişisel ihtiyaç vb. Dersek kirayı ve yaşam masraflarını 2’ye böldüğümüz durumda 1000+500 bir de Ali’nin kendi ihtiyaçlarını ekliyoruz +200 1700 TL masraf çıktı. Alinin 300 Tl kalanı var. Fakat Ali çalışabilmek için kendisine daha yeni 15000 TL değerinde bir bilgisayar almış. Onun kredisini de eklersek Alinin tasarruf ya da eğlence için kalan maksimum 50TL’si oluyor. Yine de işsiz kalmaktan iyidir değil mi! Sonuçta eğer bu işi kabul etmezse eline geçecek net miktar: 0 TL eğer bu işi kabul ederse eline geçecek miktar: 2000 TL. Çok üzerinde düşünmeye gerek yok o halde değil mi? Ali bu işi kesinlikle kabul etmeli.

Şimdi de Ayşe ile tanışalım. Merhaba Ayşe. Ayşe Ali’nin üniversite arkadaşı ve ikisi de aynı bölümden aynı yıl mezun olmuşlar. Aynı şirket: Bu şirkete ABC Yazılım Ltd. Şti. Diyelim, Ayşe’ye de iş teklifi götürüyor. Teklif ettikleri maaş aynı. Ancak bu sefer durum şu ki Ayşe total kirası daha ucuz bir evde kalsa bile tek kişi yaşadığı için kira gideri daha yüksek. Bu sebeple kendilerinin teklif ettiği maaşla ABC Yazılım’a geçinmesinin mümkün olmadığını iletiyor. ABC Yazılım kendilerinin en son işe aldıkları yazılım mühendisinin bu maaşla çalıştığını (kendisi Ali oluyor), aslında kendilerinin de daha yüksek bir maaş vermek istediklerini ancak mevcut ekonomik koşullardan dolayı en çok bu maaşı verebildiklerini, bununla birlikte Ayşe’nin bu işi alarak hem sektöre atılım yapacağını hem de ilerde zam alacağını iletiyor.

ABC Yazılım’ın işe aldığı son yazılım mühendisi Ali ise artık 24 yaşında masa başı bir işte çalışan bir yetişkin olmasına rağmen hafta sonu arkadaşlarıyla bir yerlere gitmek istediğinde bile ailesinden, arkadaşlarından borç almak durumunda kalıyor. O zam işi de şirket son yıl zarara girdiği için yalan oluyor. Kısacası Ali bu maaş ile geçinemiyor. Ucu ucuna geçinse bile bir tasarruf yapamıyor. Bu sebeple başına kötü bir şey geldiği zaman güvence olarak 1 kuruşu bile yok.

Ali yeni bir iş arıyor. Ancak diğer şirketler de kendisine çok az maaş artısıyla iş teklif ediyorlar. Çünkü nasıl olsa Ali öncesinde 2000 TL’lik işi kabul etmiş bir kere.

Ali açıkça alması gerekenden daha düşük olmasına rağmen teklif edilen işi kabul ederek kısa zamanda avantaja geçse de uzun vadede hem kendisinin hem de Ayşe’nin kuyusunu kazdı. Ali’yi ne kadar suçlayabiliriz ki? Ülkesinin ekonomisinin kötü olması veya gerekenden çok daha fazla mezun, ve sonuç olarak o işe talep olması Ali’nin suçu değil. Ali’nin suçu olsa olsa başta yazılım

mühendisliğini seçmekti.

Ali’nin ve Ayşe’nin beraber yaşadıkları bu durumun adı literatürde “ortak malların trajedisi” olarak geçiyor.

Bu terimi ilk olarak ortak alanların kullanımı ile ilgili bir tartışmada varsayımsal bir örnek vererek İngiliz ekonomist William Forster Lloyd ortaya atıyor. Örnek şu: bir çayır ve bir düzine çoban hayal edin. Çayırın bir kapasitesi ve her çobanın çayırın tükenmemesi için çayıra belli bir sayıda inek sokma hakkı var. Biz örneğin daha kolay anlaşılması için çayırın 60 ineklik kapasitesi olduğunu ve 12 adet çobanın her birinin 10 adet ineği olduğunu varsayalım. 60/12 = 5 yani her çobanın çayırda 5 adet inek otlatma hakkı var. Bir gün çobanlardan biri 5 değil de bütün ineklerini çayırda otlatmaya başlarsa çok daha fazla süt ve et elde ettiğini farkediyor ve bütün ineklerini (10 adet) çayırda otlatmaya başlıyor. Bunu gören çobanların diğer 7’si de bütün ineklerini çayırda otlatmaya başlıyor.

3 ay sonrasına gidelim: Eskiden herkese yeten çayır şu an aşırı otlatılmadan dolayı tükendi ve çobanlar artık hiçbir ineğini bu çayırda otlatamıyorlar. 8 çobanın verdiği karar kısa vadede onlara diğer 4 çobandan daha fazla kazandırsa da uzun vadede hepsine çok daha fazla zarar verdi. Sadece 8 çoban değil artık hiçbir çoban ineğini çayırda otlatamıyor.

Peki ekonomideki aşırı kullanımla alakalı olan bir problemle bahsettiğimiz konunun ne alakası var? Bu sefer değineceğimiz kişi bir ekonomist değil, bir EKOLOJİST (kısaca çevre bilimci diyebiliriz). Garett Hardin 1968 yılında yayımladığı makalesinde Lloyd’un verdiğin örneğe farklı şekillerde nasıl çok daha sık rastladığımıza değiniyor.

Mesela ulaşımı nasıl sağladığınız bile aslında bir ortak malların trajedisi örneği. Çoğunlukla araba kullanıyorsunuz değil mi? Araba kullanmanın peki bize uzun vadede nasıl bir zararı var? Aslında hem araba kullanırken hem hayvan otlatırken hiçbir zaman bedelini ödemedğimiz bir ücret var: Bulunduğumuz ortama verdiğimiz zarar. Lloyd’un verdiği örnekte nasıl çobanlar hiçbir ücret ödemeden çevrelerindeki alanı kullanıyorlarsa biz de her gün arabalarımıza binerken bedelini ödemeden etrafımızdaki havaya zarar veriyoruz. Kısa vadede toplu taşımaya binmeden dilediğimiz yerine konforlu bir şekilde gitme avantajını elde ediyorken uzun vadede dünyamıza belki de düzeltilemez bir hasar veriyoruz.

O kadar fazla benzer örnek bulmak mümkün ki: Aşırı nüfüs artışı, aşırı petrol ve su kullanımı… Hatta şu günlerde yaşadığımız pandemi döneminde bile bazı insaların keyfi dışarı çıkıp toplum sağlığını riske etmeleri de aslında bir ortak mallar ın trajedisi problemi.

Ali ve Ayşe’nin örneğinde ise Ali var olan ortak malı (işe girmek) keyfi kullanarak kısa vadede kâra geçse de uzun vadede ortak malların trajedisini yaşamış oldu. Hem kendine hem de Ayşe’ye zarar verdi.

Bu durumun üstesinden nasıl gelebiliriz? Nasıl ortak malların trajedisinden kaçabiliriz? Garett Hardin makalesinde çözüm yolu olarak ortak malları diğerlerini önemsemeden kullanan kişilerin bedel ödemesi gerektiğini belirtmiş.

Fakat bu yöntem bence doğru değil. Araba kullanarak ya da maskesiz dışarı çıkarak etrafına zarar veren insanlar için bu yöntem uygulanabilir olsa da aşırı nüfüs artışı için zaten kıt kanaat geçinen bir aileye fazla çocuk doğurduğu için insanlık suçu işlemeden nasıl bir ceza verebiliriz ki?

Ya da yukarıda verdiğimiz örnekte gerçekten suçlu olan Ali midir? Yoksa onu bu duruma iten koşullar mı?

Bana kalırsa ortak malların trajedisinin çözümü çoğu durumda tamamen koşulların değiştirilmesinden geçiyor. Alinin durumundaki gibi kimse alması gerekenden çok daha düşük bir maaşla yetinmek istemediği gibi kimsenin de çevreye daha az zarar verebilecek olanı varken daha çok zarar veren arabayı kullanmak gibi bir derdi yok. Çoğu zaman ortak malların trajedisini yaşamaya koşullar bizi itiyor. Evet hepimiz araba kullanmak zorundayız çünkü ülkemizde toplu taşıma yeterince gelişmiş değil. Veya Ali’nin örneğinde bu işi kabul etmek durumunda çünkü o ayın kirası bir şekilde ödemesi gerekiyor. Peki koşulları nasıl değiştirebiliriz?

Ali’nin canına tak ettiğini düşünün. ABC Yazılım şirketine gidiyor ve eğer maaşını ve çalışma koşullarını iyileştirmezlerse istifa edeceğini söylüyor. ABC Yazılım kendisine isterse dilediği zaman istifa edebileceği, yönünde karşılık veriyor. ABC Yazılım biliyor ki Ali gittiği zaman onun yerine alabilecekleri tonla işsiz çalışan mevcut. Ali’nin çıkış yolu ne? Mevcut hükümete bir mektup yazıp şirketler yerine kendisini tutmasını ümit etmek mi? Ya da belki başka bir yol var mı?

SENDİKALAR

İşte sendikalar tam olarak burada devreye giriyorlar. Ali gibi milyonlarca çalışan tek başlarına çalıştıkları şirketlere karşı birey olarak hiçbir talepte bulunamazlar. Çoğu durumda şirket için o kişinin çalışıp çalışmaması bile önemli değildir. Peki ya bireyler bir sendikaya üye olup ortak bir şekilde taleplerini dile getirirlerse? Çalıştıkları şirketin bu sefer ya hepsini işten kovması gerekir, ki eğer çalışanlar yeterince çoğunluğu sağlamışlarsa bu şirkete talepleri yerine getirmekten çok daha fazla zarar verir, ya da çalışanların taleplerini kabul etmesi gerekir. Ve bu sayede Ali ücretsiz ek mesai yapmadan kendine yetebilecek bir maaşla hayatını geçindirebilir.

Evet ben de bu yazıyı okuyan sizlerin sendikaların ne olduğunu bildiğinizin farkındayım. Ancak bildiğimizi zannettiğimiz bazı şeylerin aslında tanımlarından ve işlevlerinden bi haberiz. Örnek olarak “Cumhuriyet” in bana tam olarak ne anlama geldiğini açıklayabilir misiniz? Eğer demokrasi veya halkın seçme hakkı gibi kelimeler içeren cümleler kurmaya başladıysanız dünyanın en demokratik ülkelerinden sayılan İsveç, Norveç, Kanada, İngiltere ve İspanya’nın Cumhuriyet olmadığını fakat kelime anlamıyla sisteminde demokrasi ve seçme seçilme hakkı bulunmayan Çin’ in tam adının Çin Halk Cumhuriyeti olduğunu hatırlatmama izin verin.

Sendikalar denilince de inanıyorum ki artık aklımıza gelen tek şey bir zamanlar çalışan ve işçi haklarını korumak için uğraşanlar oluşumlar yerine siyasi konum belirtmeye yarayan ve neredeyse tamamen çıkar ilişkisi üzerine kurulu derneğimsi kurumlar haline dönüşmüş oluşumlar. Benim gibi çoğu gencin de belki de aklına hiçbir şey gelmiyor. Test etmek için yaşı 14’ten büyük 18’den küçük olan (çocuğunuz, kardeşiniz, arkadaşınız farketmez) sendikaların ne olduklarını ve ne işe yaradıklarını sorun, Türkiye’de de bir tane sendika adı vermesini isteyin. Okullarımızda işe girdiğimiz zaman matematik gibi çalışmak için gerekli bilgileri öğreniyoruz fakat kendi haklarımızı korumak için gereken bilgiler maalesef bize asla öğretilmiyor. Milyonlarca genç sendikaların ne olduğunu bilmeden acımasız çalışma koşullarıyla yüzleşmek zorunda kalıyoruz.

ŞU AN SENDİKALARLA NE DURUMDAYIZ?

Geçtiğimiz aylarda Amerikan Gündemi Alabama’daki Amazon Depo çalışanlarının sendikalaşma talebiyle çalkalanmıştı. Bunun bu kadar önemli bir haber olma sebebi bu sendikanın kurulduğu takirde ülkenin açık ara en çok işveren birkaç şirketinden birisi olan Amazon’daki ilk sendikalaşma olacağıydı. Amazon bu süreçte sendikalaşmaya destek veren çalışanlarını kovmakla tehdit etti, sendikalaşma karşıtı olan kişilere destek verdi, televizyonlarda reklamlar yayınlattı, çalışanlarına tehditvarimsi mesajlar attı ve çalışan eğitimi adı altında çalışanlarına zorunlu olarak sendikalaşma karşıtı videolar izletti. Dünya’nın en büyük 3 şirketinden biri olan Amazon için Alabama’daki depo işçilerinin örgütlenmesi neden bu kadar endişe verici bir durumdu?

Amazonun yukarıda bahsettiğim “eğitim” videolarından bir tanesi.

Videoyu izlerseniz özellikle sendikalaşanları ihbar etmekle alakalı kıma dikkat edin.

Bunun için öncelikle Amazon gibi bir şirketin dünya çapında 1.2 milyon çalışanın bulunduğunu göz önüne almalıyız. Amazon’un endişesi sendikalaşma hareketinin diğer çalışanlarına da yansımasıydı.

Şimdi kendinizi Amazon’un CEO’su yerine koyun. Hissedarları mutlu edebilmek adına olabildiğince kar elde etmek durumundasınız. Bunun için gerektiği zaman giderleri de kısabiliyor olmanız lazım. Bir şirketin en büyük gideri: çalışan maaşları.

Amazon gibi şirketlerde tam zamanlı olduğu kadar yarı zamanlı çalışan işçiler de bulunuyor. Normalde bir işçinin maaşını azaltamazsınız, ama yarı zamanlı çalışan birine daha az vardiya yazıp maaşını kısabilir ve aynı zamanda daha kolay bir şekilde işten çıkartabilirsiniz. Çoğunlukla iş sigortalarının da olmaması bir avantaj elbette. Fakat eğer işçiler sendikalaşırsa sizden büyük ihtimalle yarı zamanlı çalışanlar için minimum bir vardiya süresi, işten atılmama güvencesi, iş ve sağlık sigortası ve bir takım başka haklar isteyecektirler. Keyfi olarak işçileri işten çıkartamayacağınız gibi birçok yeni masraf ödemek durumunda kalacaksınız.

Sendikalaşma için Alabama’da geçtiğimiz ay bir oylama yapıldı ve 1800 çalışandan yaklaşık sadece 700’ü sendikalaşma yönünde destek verdi. Aslında yine çalışanlar sendikalaşmak için uğraştıkları bir durumda örgütlenemediklerinden dolayı bireysel olarak işleriyle tehdit edildiler ve ironik bir biçimde sendikalaşamamalarının nedeni sendikalarının olmaması oldu.

2008 krizinden beri ABD’deki çalışanların çalışma koşulları gitgide kötüye gidiyor ve pandemiyle birlikte maalesef bu tavan yapmış durumda. Yine de çoğu kurumsal şirket için öncelik çalışanların sağlığı ve çalışma koşullarından çok kar zarar tablosu olmaya devam ediyor.

TÜRKİYE NE DURUMDA?

Yine geçtiğimiz aylarda neredeyse hiçbir haber platformunda yer almasa da ülkemizin yine en çok işveren kurumlarından biri olan yemeksepetinde 6000 (yaklaşık çalışanların %40’ı) kurye sendikalaşmak için DİSK’e bağlı Nakliyat-iş’e başvurdu. Buradaki önemli nokta ise bir şirketin çalışanlarının %40’ı sendikaya üye olursa o sendikanın toplu iş sözleşmesi için yasal olarak hak iddia edebiliyor olması.

Yemeksepeti kuryelerinin iş kolunu değiştirdi böylelikle Nakliyat-İş e üye olamayacaklarını duyurdu.Açıklamasında da şirketin sürdürebilirliği için bunu yaptığını belirtti. Neredeyse Amazon’un yaptığı ile aynı açıklama. Bu tür bir girişimi maalesef ilk yapan şirket Yemeksepeti değil, keza Yemeksepetinin bunu ilk defa yapışı da değil.

Benzer örneklerden devam edecek olursak Migros sendikalaştıkları için çalışanlarını Ahlak ve iyi niyet kurallarına uymadıkları gerekçesiyle işten çıkardı. Ve bunların hepsi sadece son 2 ay içinde gerçekleşti.

Maalesef yasal haklarımız bize öğretilmiyor, kendimiz bildiğimiz zaman da ya işimizden oluyor ya da terörist muamelesi görüyoruz. Ve bu yetmezmiş gibi biz başka çalışanların da yaşadıklarını görmezden geliyoruz. Pizzacı da siparişimiz 30 dakika’nın üstünde geldiği için parasını kuryeler’den alıyor, ve kendisine çok sayıda sipariş teslim etmesini dayatan şirketlere bir şey demeyerek hayatlarını tehlikeye sokuyoruz. Aşırı hız yapmak zorunda oldukları için hem kendi hayatlarını, hem de başkalarının hayatlarını tehlikeye sokuyorlar. Evet yine bir ortak malların trajedisi. Ama bu sefer fark bunu yapmak zorunda olmaları ve son 1 yılda 189 motokuryenin iş esnasında ölmüş olması. Tüm jandarma + polis + asker şehit sayılarını topladığımızda ise bu sayı bu sene 182. Evet doğru okudunuz. İş esnasında bir senede hayatını kaybeden motokurye sayısı bütün polis jandarma ve asker sayısından fazla. Ve bunun tek sebebi uygun iş koşullarında çalışamıyor, çalışmak istediklerinde de bunun engelleniyor oluşu. Bir de bizim 30 dakika içinde doymamız gerekmesi taabi.

Bir zamanların en büyük siyasi güçlerinden biri olan sendikalar sadece ülkemizde değil, tüm dünyada eski önemlerini kaybetmiş durumdalar. Ülkemiz de dahil olmak üzere sendikaların en şaşalı dönemlerini yaşadıkları 1960 ve 70’lerden sonra 80’lere Reagan ve Thatcher öncülüğünde ne kadar kar o kadar iyi felsefesinin benimsendiği Neo-Liberalizm politikaları hakim oldu. O zamandan beri de şirketler için öncelik yarattıkları istihdam değil bilançoları oldu. İşten çıkarmalar, fabrika kapanmaları arttı. Birçok şirket fabrikalarını işgücünün ucuz (sömürü demeyelim de) olduğu ülkelere taşıdı. Ekonomi iyi yönde ilerledi belki ama hem işçi hakları hem de sendikalar bu dönemde büyük bir darbe yedi. 2008 krizi tüm dünyayı vurduğu zaman bir zamanlar olduğu gibi işçilerin güvenebileceği bir mekanizma da kalmamışı. Milyonlarca insan kendi suçları olmayan nedenlerden dolayı işlerinden oldular. Evet sendikalar hâla varlar. Ancak ne eskisi kadar güçlü değiller, ne de artık eskiden verdikleri güveni vermiyorlar.

Hiç Umut Yok mu?

Var elbette. Arada hâla sendikalara yönelik güzel haberler duyuyoruz. Geçtiğimiz aylarda Maltepede GENEL-İŞ sendikası üyeleri temizlik işçileri greve giderek taleplerini ilettiler. Sosyal medyada kendilerine yapılan açgözlü ve militan benzetmeleriyle geçen 5 günlük grevden sonra da istedikleri maaşı ve hakları elde ettiler.

ABD’den bir örnek verecek olursak Kroger’da çalışan işçiler greve giderek primlerinin kesilmesini engellediler ve maaşlarında hak ettikleri zamma kavuştular. Eskisi kadar güçlü sendikalar var olmasa da yine de yok değiller ve hala işlev gösteriyorlar. Ama biz onları görmezden geldikçe, sonraki nesillere önemlerini anlatmadıkça daha iyiye gidecek değiller.

Son olarak şunu eklemek istiyorum. Biz eğer kendi haklarımızı bilmez, başkalarının haklarına saygı göstermezesek maalesef daha yaşayacığımız bir çok SOMA, kanlı 1 Mayıs var. Lütfen kim olursanız olun; öğrenci, öğretmen, doktor, işçi, çöpçü, emekli hiç farketmez; kendi haklarınızın sömürülmesine izin vermeyin. İzin verdiğiniz zaman da sadece kendinize değil, aynı zaman da başkalarına da zarar verdiğinizi unutmayın (ortak malların trajedisini hatırlayın). Hepinize sendikalı günler diliyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir